23 Ocak 2012 Pazartesi

KISACA HZ. ALİ
(A.S)’IN HAYATI


Hz. Ali (a.s), Resulullah (s.a.v)’in vasisi, halifesi ve on iki imamın
ilkidir. Hz. Ali (a.s), Amm’ul- Fil’in 30. yılının on üçüncü günü,[1] bazı
rivayetlere göre Zilhicce ayının yedinci günü[2] Kabe’de dünyaya geldi.

Değerli babası, Ebu Talib, annesi ise Esed kızı Fatıma’dır. Zeyd ve Haydar
da onun diğer mübarek isimlerindendir.[3] İki meşhur künyesi de Ebu’l-
Hasan ve Ebu Turab’dır.[4] Hazretin hiç kimsenin ortak olmadığı kendisine
has lakabı ise “Emir’ul- Muminin”dir; Murtaza, Hadi, Sıddık, Faruk, Veli,
Şahid...de onun yüzlerce lakaplarından sadece bir kaç tanesidir.[5]

Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’ın çocukluk dönemi, Resulullah (s.a.v)’in
çocukluk döneminin geçtiği evde geçmiştir; o evde büyüyüp olgunlaşmıştır.
Bu büyük şahsiyetlerin her ikisi de Ebu Talib’i bir baba ve yönetici
olarak tanıyorlardı; Esed kızı Fatıma’ya da anne diyorlardı.[6]
Bu iki yüce şahsiyet arasındaki köklü ailevi bağlılık, Resulullah
(s.a.v)’in Hz. Ali’yi iyi eğitmesi ve onu özel lütuflarından
yararlandırması için uygun bir zemin hazırlamıştı.

Hz. Ali (a.s)’ın kendisi o değerli lütufları şöyle anıyor:
“Çocuktum henüz, o beni bağrına basar, yatağına alırdı;... beni koklardı;
lokmayı çiğner, ağzıma verir yedirirdi... Ben de her an, devenin
yavrusu,nasıl anasının ardından giderse, onun ardından giderdim;o her gün
bana huylarından birini öğretir ve ona uymamı buyururdu. Her yıl Hıra
dağına çekilir, kulluğa koyulurdu. Onu ben görürdüm, başkası görmezdi.”
[7]

On üç yıl böylece geçti, Resulullah (s.a.v) İnzar ayetinin[8] nazil
olmasıyla kendi akrabalarını İslam’a davet etmekle görevlendi. Muhammed
bin Cerir-i Taberi, Hz. Ali (a.s)’ın şöyle buyurduğunu
naklediyor:“Resulullah (s.a.v) beni çağırdı ve şöyle buyurdu: “Ya Ali!
Allah-u Teala, kendi yakınlarımı inzar etmemi (uyarıp korkutmamı)
emretmiştir. Sen bizim için bir yemek yap. Sonra Abdulmuttalib oğullarını,
onlarla konuşmam için bir araya topla da iletmekle görevli olduğum şeyi
onlara ileteyim.”

Ben de Resulullah’ın emri üzere onları bir araya topladım, Resulullah
(s.a.v) onlara hitaben şöyle buyurdular: “Allah-u Teala, sizi O’na davet
etmekle beni görevlendirmiştir. Sizlerden hanginiz, aranızda benim
kardeşim, vasim ve halifem olmak istiyor?” Orada bulunanların hepsi
sustular. Onların hepsinden yaşta küçük olmama rağmen; “Ya Resulellah! Ben
senin yardımcın olmak istiyorum” dedim. Resulullah (s.a.v) elini benim
boynuma koyarak şöyle buyurdu: “Bu şahıs, benim sizin aranızdaki kardeşim,
vasim ve halifemdir; sözünü dinleyin ve emirlerine uyun.” [9]

Böylece İslam’ın şanlı tarihinde, Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s) ilk
müslüman olarak tanınmış oldu. Nitekim Zeyd bin Erkam ve İbn-i Abbas’ın
tanıklığıyla Hz. Peygamber’in aleni davetinden önce de Hz. Ali
müslümandı.[10]
Buna ilaveten Hz. Ali’nin hilafet ve vesayeti, “Gadir-i Hum” günü diğer
müslümanlara da açıkça beyan edildi.

İslam’ın aşikar olmasıyla Kureyişlilerin Resulullah’a karşı eziyetleri de
başladı, bu baskı ve eziyetler hicret zamanına kadar devam etti. Tarihin
tanıklığıyla bu müddet içerisinde Resulullah’ın en büyük yardımcı ve
destekçisi, Hz. Ali’nin babası Ebu Talib olmuştur. Ebu Talib Kureyşin
büyüğü olmasına rağmen hiçbir zaman Resulullah’ı Kureyişlilere teslim
etmedi. Oğulları Ali ve Caferi ve kardeşi Hamza’yı ona yardımcı olmaya ve
sürekli onun yanında bulunmaya davet etti.[11]

Bi’setin onuncu yılında Ebu Talib’in ölümüyle, Kureyşin Müslümanlara olan
baskı ve eziyetleri daha da arttı. Resulullah’a küstahlık yapmaya
başladılar ve defalarca onu öldürmek istediler. Nihayet her kabileden bir
kaç genç toplanıp hep birlikte ansızın Hazrete saldırarak onu kılıçla
öldürmeyi kararlaştırdılar.[12]

Resulullah (s.a.v), İlahi vahiy ile onların bu komplosundan haberdar oldu
ve gece vakti Mekke’yi terk etmesi emredildi. Bu yüzden Hz. Ali’yi
çağırarak o gece (Leylet’ul- Mebit) kendi yerinde yatmasını ondan istedi.
Hz. Ali de canı gönülden kabul edip onun yerinde yattı.[13]
Kureyş gençleri sabaha doğru yalın kılıçla Resulullah’ın evine
saldırdılar. Ama içeriye girdiklerinde Hz. Ali’yi, Peygamber (s.a.v)’in
yatağında gördüler. Bu esnada çok sinirli olduklarından dolayı Hz. Ali’yi görünce
kaçdılar

Allah-u Teala bu eşsiz fedakarlığı takdir ederek şu ayeti nazil
etti:“İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını arayıp kazanmak
amacıyla canını satar.”[15]

Bu ayet birçok Şia ve Ehl-i Sünnet müfessirlerinin görüşüne göre Hz. Ali
(a.s)’ın fedakarlığı ve makamı hakkında nazil olmuştur.[16]

Resulullah (s.a.v)’in Medine’ye hicretinin peşice, Hz. Ali (a.s) da o
şehre gitti. Hicretin ikinci yılında Hz. Fatimet’üz- Zehra ile
evlendi.[17] Bir yıl sonra da ilk çocuğu olan İmam Hasan (a.s) dünyaya
geldi.[18]

Medine’de İslami bir toplumun oluşmasıyla İslam’la küfür arasında çok
önemli savaşlar oldu. O önemli savaşlardan ilki Bedir savaşı idi. Bu savaş
hicretin on sekizinci ayında vuku buldu.[19] Ondan sonra da Uhud, Handek,
Hayber, Tebuk vb. savaşlar baş gösterdi.

Tarih kitaplarının yazdığına göre, Emir’ul- Muminin Hz. Ali (a.s), Tebuk
savaşı hariç bu savaşların hepsinde İslam ordusunun sancaktarı idi.[20]
Hz. Ali (a.s) Bedir savaşında düşman ordusundan yirmi bir kişiyi öldürdü.[21]
Öldürdükleri kişiler arasında Muaviye’nin dedesi Utbe, dayısı Velid ve
kardeşi Hanzele de vardı.[22] Uhud savaşında ise (örnek olarak diyoruz)
Kureyş’in meşhur savaşçılarından dokuz kişiyi yere serdi. Bu savaşta
bedeninden yetmiş yara alarak son ana kadar Hz. Peygamberi savundu. Oysa
İslam ordusundan bir kaç kişi hariç diğerleri firar edip dağa sığındılar.
Cebrail (a.s), Hz. Ali’nin bu fedakarlığını görünce bir kaç defa:
“Zulfikardan başka kılıç, Ali’den başka da yiğit yoktur.”dedi.[23]

Handek gazvesinde, Arapların ünlü kahramanı Amr bin Abduved’i ağır bir
darbeyle yere serdi. Bu çok değerli zaferle, düşman ordusunun kalbine
büyük bir korku saldı. Resulullah (s.a.v) o darbeyi şöyle değerlendirdi:
“Ali’nin Handek günündeki darbesi, ümmetimin kıyamete dek bütün
amellerinden daha üstündür.” [24]

Hayber savaşında, bayrağı ilk önce Ebu Bekir, sonra da Ömer eline alıp
meydana çıktı; ama bir zafer elde etmeksizin geri döndüler. Resulullah
(s.a.v) çareyi, bayrağı Hz. Ali’ye vermekte gördü. Bu yüzden şöyle
buyurdu:
“Yarın bayrağı öyle bir kişiye vereceğim ki, o Allah’ı ve Resulünü
seviyor; Allah ve Resulü de onu seviyorlar.”

Sa’d bin Ebi Vakkas şöyle diyor:
Biz o kişinin kim olduğunu görmemiz için ayağa kalktık. Bu esnada
Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Ali’yi benim yanıma çağırın.” Hz. Ali
gözleri ağrıdığı halde Peygamber (s.a.v)’in yanına geldi. Hz. Peygamber,
ağzının mübarek suyunu onun gözlerine sürerek bayrağı onun eline verdi.
Allah-u Teala Hayber’i, onun eliyle fethetti.[25]

*****

Nihayet Hz. Ali (a.s)’ın hayatının en kritik anları olan hicretin 10. Yılı
Zilhicce ayının 18. günü yetişti. O gün Hz. Peygamber (s.a.v), yüz bin
kişiyi aşan büyük bir toplulukla Haccet-ul Veda yolculuğundan dönüyordu.

Gadir-i Hum’a vardıklarında şu Tebliğ ayeti nazil oldu: “Ey Peygamber!
Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer (bu görevini) yapmayacak
olursan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan
koruyacaktır. Şüphesiz, Allah, kafir olan bir topluluğu hidayete
eriştirmez.”[26]

Bu kader belirleyici ayetin nazil olmasıyla 120 bin kişiden oluşan
kervanın durdurulması emredildi. Onların hepsi, Resulullah (s.a.v)’in
çevresinde toplandılar. Resulullah (s.a.v) namaz kıldıktan sonra fasih bir
hutbe okudu.

Sonra Hz. Ali’nin elinden tutup kaldırarak şöyle buyurdu:
“...Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım, onu seveni
sev, ona düşman olana düşman ol.” [27]

Müslümanlar grup grup Hz. Ali’yi kutlamak ve ona biat etmek için yanına
müşerref oluyorlardı. Ömer de İmam (a.s)’ın yanına gelerek şöyle dedi:

“Ey Ebu Talib oğlu Ali! Ne mutlu sana! Sen benim ve her müminin mevlası
oldun.”

Daha sonra Allah-u Teala İkmal ayetini indirdi:

“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi
tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçip-beğendim.”[28]

* * *

Gadir olayından yaklaşık yetmiş gün bir zaman geçtikten sonra Resulullah
(s.a.v) vefat etti. Emir’ul- Muminin Ali (a.s), Hz. Peygamber’in kefen ve
defin işleriyle meşgul oldu. Ama diğer bir grup, bu fırsattan yararlanarak
kendi aralarından halife seçmek için Beni Sakife denilen bir yerde
toplandılar. Kargaşa ve tartışmalardan sonra Ebu Bekir’i halife olarak
seçtiler. Halk grup grup ona biat etmeye başladı. Hz. Ali ve yaranlarından
bazıları Ebu Bekir’e biat etmekten kaçındılar. Ebu Bekir Ömer’e; “Ali ve
yaranlarının peşice git onlardan biat al; biat etmezlerse onlarla savaş”
diye emretti.

Ömer de kendisiyle ateş getirip[29] biat için evden çıkmadıkları takdirde
evi yakacağına dair yemin etti![30] Öyle de oldu... Hz. Ali’nin, evinin
kapısını yakarak biat etmesi için zorla evinden dışarı çıkardılar; hamile
olan eşi Hz. Fatıma (a.s)’ı da kapıyla duvar arasında sıkıştırıp Muhsin
ismindeki çocuğunu daha dünyaya gelmeden öldürdüler.[31]

Emir’ul- Muminin Ali (a.s) o gön İslam ve Müslümanların maslahatını
korumak için kıyam etmedi. Ama Hz. Fatıma’nın yardımıyla, aldanan
Müslümanlara hakkı tebliğ etmeye başladı ve onların İlahi görevlerini bir
kez daha hatırlattı. Ama artık iş işten geçmişti. Hz. Ali (a.s) yapa
yalnız kalmıştı, tek yardımcısı olan aziz eşi Fatıma (a.s)’ı da
kaybetmişti. Bunca musibetler, Resulullah’ın vefatından 75 veya 90 gün
geçmeksizin vuku bulmuştu.

* * *

Hilafet 25 yıl boyunca üç kişinin (Ebu Bekir, Ömer, Osman) eline geçti.
İmam (a.s) bu müddet içerisinde hükümetten uzak olduğu halde ümmeti
hidayet etmekle meşgul oldu, halifelerin yanlış hareketlerini onlara
hatırlattı, ülkenin iç ve dış dini sorunlarını cevaplandırdı, Kur’an’ı bir
araya toplamaya ve mahrumları özellikle Beni Haşim’i himaye etmeye
koyuldu. Bir cümlede diyecek olursak; dini korumak için gece-gündüz çaba
sarf etti.[32]

Hz. Ali’nin imamet yıldızı, üç halife döneminde de öyle parladı ki, Ebu
Bekir yaptığından pişmanlık duydu.[33] Ömer ve Osman; “Eğer Ali olmasaydı
helak olurduk” diyerek onun ilahî makamını itiraf ettiler.[34]

Osman’ın hilafeti döneminde, hilafet tezgahında zulüm ve fesadın artması,
halkın incinmesi ve rahatsızlığına yol açtı; öyle ki, bu yüzden Hicri
35’de Osman’ın evini muhasaraya alıp onu öldürdüler. Sonra Hz. Ali’nin
kapısına gelerek, onun hükümeti kabul etmesini ısrarla istediler. Hz. Ali
(a.s) hilafete gelme olayını şöyle anlatıyor:

“...Derken, halkın benim etrafıma, sırtlanın boynundaki kıllar gibi
üşüşmesi kadar beni üzen bir şey olmadı; her yandan, birbiri ardınca
çevreme üşüştüler; öyle ki, kalabalıktan Hasan’la Hüseyin, ayaklar altında
kalacaktı neredeyse. Koyunların ağıla üşüşmesi gibi çevreme toplandılar,
bu kargaşada elbisem bile yırtılmıştı...

Ama şunu da bilin ki, andolsun tohumu yarana, bu topluluk biat için
toplanmasaydı, Allah’ın, zalimin doyup zulmetmemesi, mazlumun aç kalmaması
hakkında bilginlerden aldığı ahd-ü peyman olmasaydı hilafet devesinin
yularını sırtına atardım; ümmetin sonuncusunu, ilkinin kasesiyle suvarır
giderdim. Siz de anlamışsınızdır ki, şu dünyanızın değeri, bir dişi
keçinin aksırığındaki burnunun sümüğünden de değersizdir bence.” [35]

Emir’-ul Muminin Hz. Ali (a.s), halkın isteğini kabul ederek zahiri
hilafet makamını üstlendi; halk da ona biat etti. Sonra valilerini
şehirlere gönderdi, Zübeyr ve Talha da şehirlere gönderilecek olan
valilerdendi, ama memur oldukları yere gönderilmeden makamlarını
kaybettiler. Çünkü onlar, Hz. Ali (a.s)’ın elinden valilik makamı hükmünü
aldıklarında; “Bu sıla-i rahimden dolayı Allah sana mükafat
versin”dediler. İmam (a.s) bu sözden rahatsız olup; “Müslümanların
önderliğinin sıla-i rahimle ne ilişkisi vardır” diyerek valilik hükmünü
onlardan geri aldı.[36]

Talha ve Zübeyr artık kendileri için bir yer ve makam görmeyince, Allah’ın
evini (Kabe’yi) ziyaret etmek bahanesiyle Aişe’nin oturduğu Mekke şehrine
gidip Aişe’yi, Osman’ın kanını Hz. Ali’den almaya tahrik ettiler.

Onlar bu iş için Basra’yı seçtiler, kendileriyle birlikte büyük bir
topluluğu da oraya çektiler. Hz. Ali (a.s) muhaliflerin hareketinden
haberdar olunca, yaranlarından dört yüz kişiyle birlikte o şehre gidip
savaş çıkmasını önlemek için çok çaba sarf etti. Ama onlar Hz. Ali’nin
sözünü kabul etmeyerek Hicretin 36. yılının Cemadi’l- Evvel ayında Cemel
savaşını başlattılar. Nakisin’lerin (biatlerini bozanların) bu savaşı,
Cemel savaşı olarak adlandı. Çünkü Aişe’nin tahtırevanı bir devenin
üzerinde idi.[37] Onun taraftarları, onun etrafını sarmışlardı. Nihayet
Aişe’nin devesi yere düşürülerek ordusu dağılıp Aişe mağlup oldu. Hz. Ali
(a.s)’ın emriyle, Aişe Medine’ye gönderildi. Ama İmam (a.s)’ın kendisi
Medine’ye gitmedi. Hicretin 36. yılının Recep ayında Kufe şehrine
döndü.[38]

Bu savaştan sonra, Hicri 37’de vaki olan Sıffin savaşına hazırlandı. Bu
savaşı Kasitin (zalim)lerin baş elemanı olan Muaviye başlattı. Muaviye
ikinci halife zamanından itibaren Şam hükümetinin valisi idi. Hz. Ali
(a.s)’ın zahiri hükümeti döneminde onunla biat etmekten kaçındı ve kendi
adına halktan biat aldı. O, Osman’ı mazlum halife tanıtarak kendisini onun
kanının sahibi olarak göstermeye çalıştı. İmam (a.s) hakkında öyle bir
tebligat yaptı ki, Sıffin’de Şamlı bir genç, Hz. Ali’nin namaz kılmadığını
söylemişti.[39]

Velhasıl, Hz. Ali (a.s), Muaviye’nin ordusuna karşı koymak için Kufe’den
ayrıldı. Fırat nehri, Kerbela, Sabat, Enbar ve Rıkka şehirlerinden geçerek
Şam topraklarından olan Sıffin’e ayak bastı, orada savaş ateşi tutuştu ve
bu savaş dört ay sürdü. Bu savaşta Hz. Ali (a.s)’ın ordusu Muaviye’nin
ordusuna galip geldi; öyle ki, Muaviye atını alıp kaçmak istedi. Amr bin
As ona; Nereye? diye sordu. Muaviye; “Durumun nasıl olduğunu görüyorsun,
şimdi düşüncen nedir? dedi. Amr bin As cevaben şöyle dedi: “Bir yoldan
başka kurtuluş yoktur; o da şudur ki, Kur’an’ları kaldırıp onları Kur’an’a
davet etmelisin.” Muaviye’nin ordusu Kur’an’ları kaldırıp; “Sizi Allah’ın
kitabına davet ediyoruz” dediler. Emir’ul- Muminin Ali (a.s); “Bu bir
hiledir, bir aldatmadır, onlar Kur’an ehli değillerdir,[40] natık Kur’an
benim.” [41] buyurdular.

Bununla birlikte Amr bin As’ın hilesi, Hz. Ali’nin ordusundan bazıları
arasında etkili oldu. Onlar Emir’ul- Muminin Ali (a.s)’ı hakemiyeti
kabullenmeye mecbur ettiler. Hz. Ali tarafından (bir grup ashabın
tahmiliyle) Ebu Musa Eş’ari, Muaviye tarafından ise Amr bin As savaşın
kaderini belirlemek için tayin edildiler. O ikisi birbiriyle istişare
ettikten sonra Hz. Ali ve Muaviye’yi kendi makamlarından
uzaklaştıracaklarını kararlaştırdılar. İlk önce Ebu Musa’yı minbere
çıkardılar, o cehaletle Hz. Ali’yi makamından azletti. Sonra Amr bin As
minbere çıkıp aldıkları kararın aksine şöyle dedi: “Ben bu yüzüğü
parmağıma taktığım gibi Muaviye’yi kendi yerinde baki bırakıyorum. Amr bin
As’ın hilesi ile halkın içerisinde tekrar kargaşa ve ihtilaf çıktı; bu iki
şahıs Kur’an hükmüyle hakemlik yapmadılar diyerek kavga edip dağıldılar.

Hakemiyeti Hz. Ali (a.s)’a tahmil eden grup, bu planlarının suya düştüğünü
görünce tekrar İmama karşı muhalefet etmeye kalkıştılar; Hz. Ali’ye;
“Allah’ın emrine dönmemiz için neden kılıçla bizi doğrultmadın?!” diye
itiraz etmeğe başladılar; “La hükme illa lillah” (Hüküm verme ancak
Allah’a aittir) diyerek slogan attılar.[42] Hz. Ali (a.s) onların bu
sözünü duyunca şöyle buyurdu: “Hak bir sözdür; ama onunla batıl
kastediliyor.” [43]

Kendilerine “Havariç” veya “Marikin” (dinden çıkanlar) denilen bu grup,
Kufe’den çıkıp Kufe’nin yakınında yer alan “Harvra” denilen bir köyde
toplandılar. Onlar Hz. Ali’nin emirlerine karşı çıktılar. İmam (a.s)’ın
dostu ve memuru olan Abdullah bin Habbab ve onunla birlikte olanları
katlettiler. Nihayet hicretin 39. yılında, alevi hükümeti karşısında
“Nehrevan” savaşının ateşi körüklendi. Bu savaşta on kişi hariç onların
hepsi kılıçtan geçirildi. Ama İmam (a.s)’ın ordusundan sadece bir kaç kişi
şehit düştü.[44]

Bu fitneden sonra, Havariç’den üç kişi Mekke’de toplanıp Müslümanların
siyasi durumları hakkında bazı sinsi müzakerelerden sonra, Hz. Ali,
Muaviye ve Amr bin As’ı öldürmeyi kararlaştırdılar. Bu üç kişiden
Abdurrahman bin Mulcem, Hz. Ali’yi öldürmeyi üstlendi; bu uyumsuz komployu
uygulamak için Kufe’ye doğru hareket etti. Ramazan ayının 19. Gününün
şafak vakti zehirli kılıcıyla Hz. Ali (a.s)’ın kafasına ağır bir darbe
indirdi.[45] İmam Zeyn’ul- Abidin (a.s)’ın buyurduğuna göre o darbe, İmam
(a.s) secdegahta iken onun mübarek başına indirildi.[46]

Emir’ul Muminin Ali (a.s), o mel’unun darbesinin isabetinden sonra şöyle
buyurdu: “Fuztu ve Rabb’il Ka’be!” (Ka’be’nin Rabbine andolsun ki,
kurtuluşa erdim!)[47]

İmam Ali (a.s) iki gün kendi evinde yattıktan sonra, hicretin 40. yılı
Ramazan ayının yirmi birinde şahadete erişti.[48]

Hz. Ali (a.s)’dan birçok konularda, çok değerli hikmetli sözler
nakledilmiştir. Nehc’ul- Belağa kitabı o sözlerden sadece bir bölümüdür.
Nehc’ul- Belağa kitabı üç bölümden ibarettir: Hutbeler, Mektuplar ve
Hikmetler (Kısa sözler). Bu kitap edebiyat kitaplarının en
seçkinlerindendir. Nehc’ul- Belağa’ya 210’dan fazla şerh ve açıklamalar
yazılmış ve bugünün çeşitli dillerine tercüme edilmiştir.
Hz. Ali (a.s)’ın çocuklarının sayısını, otuz üç[49], otuz iki[50], yirmi
dokuz[51], yirmi sekiz[52] ve yirmi yedi[53] yazmışlardır. Elbette o
çocuklar çeşitli annelerden dünyaya gelmişlerdir.

Hz. Fatıma (a.s)’dan beş çocuğu olmuştur; isimleri şunlardır: Hasan (a.s),
Hüseyin (a.s), Zeyneb (a.s), Ümmü Gülüsüm (a.s) ve Muhsin. Muhsin,
mel’unlar tarafından anne karnında öldürülmüştür.
Ümm’ül- Benin’den de Kerbela’da şehit düşen dört çocuğu olmuştur. Adları
şunlardır: Abbas (a.s), Cafer, Osman ve Abdullah.

Havle-i Hanefiyye’den de Muhammed-i Hanefiyye dünyaya gelip değerli
babasının yaranlarından sayılmaktadır.






























Hiç yorum yok:

Yorum Gönder